Asla Gidilmemesi Gereken Yer - Avusturya Hallstatt
Bazı yerler vardır. Televizyonda görürsünüz. Dergilerde hakkında çok sayıda yazı okursunuz.
Fotoğraflarına bakar, hayran olursunuz. Hep anlatırlar, konuşurlar. Eğer gezginseniz, eğer gezmek sizin için hayatın anlamıysa o anlatılan yere hep gitmek istersiniz. Ama hayat koşturmacasında sürekli bir engel çıkar ve bir türlü o harika yere gitmek için fırsat bulamazsınız. Sonra, bir gün bir şans doğar. O muhteşem olduğu söylenilen yere gidersiniz.
Ve… Keşke gelmeseydim dersiniz. Yıllardır hayallerinizi süsleyen o yer hiç de düşündüğünüz gibi çıkmamıştır. Ya çok küçüktür, ya çok büyüktür, ya çok kalabalıktır ya çok tenhadır. Ya az yeşildir ya da çok yeşildir. Kısacası hayallerinizle örtüşmemiştir. Çok üzülür, keşke dersiniz, keşke hayallerimde kalsaydı, keşke hiç gelmeseydim.
Ama dünya üzerinde öyle bir yer var ki gördürdüğünüzde asla böyle düşünmeyeceksiniz. Gerçi sonunda yine keşke gitmeseydim diyeceksiniz ama daha öncekilerin tam tersi bir nedenden dolayı böyle düşüneceksiniz. Çünkü bundan sonra göreceğiniz her yeri burasıyla karşılaştıracak, burasının muhteşemliğini bir türlü aklınızdan çıkartamayacaksınız. Çünkü siz artık Hallstatt’ı görenlerden olmuşsunuzdur.
Salzburg’tan Viyana yönüne giden trene binip, göl boyunca uzanan 90 dakikalık harika bir güzergâhı kat edip, Attnang-Puchheim istasyonuna ulaştık. Buradan Bad Ischl ve Obertraun yönüne giden trene aktarma yaptık. 1,5 saat süren yolculuk sonrası Hallstatt istasyonunda indik. Tren istasyonu gölün diğer tarafında kaldığından kasaba merkezine kısa ama zevkli bir feribot yolculuğu sonrası vardık.
Biz Hallstatt’a Salzburg’dan trenle gitmek istediğimiz için bu güzergâhı izledik. Elbette bu muhteşem yere başka yollarla da erişmek mümkün. Salzburg’tan otobüs, tren aktarmasıyla veya Viyana’dan aktarmalı trenlerle de gelinebilir. Ama hem Salzburg’u hem Viyana’yı görme niyetiniz varsa önce Salzburg’a ulaşıp oradan bu güzergâhı takip etmek en kolayı gibi görünüyor.
Üç kişilik gezgin ekibimiz (eşim, kızım ve ben) aslında Hallstaat’ın fotoğraflarını görmüştük.
Güzel olduğunu biliyorduk. Ama bizi asıl heyecanlandıran daha sonra yapacağımız Viyana yolculuğuydu. Avusturya’nın güzel kasabalarından birini görüp geçecektik. Dergilerde, internette gördüğümüz resimlerin çeşitli uygulamalarla nasıl güzelleştirildiğini gayet iyi biliyorduk. Çıplak gözle gördüğünüz bir yerin gerçekten daha önceden fotoğrafını gördüğünüz yer olduğuna inanmakta zorluk çektiğimiz çok olmuştu. Ama bu Hallstatt için kesinlikle geçerli olmadı. Karşımızda gerçek olduğuna inanmakta güçlük çektiğimiz, gözlerimizi kırpıştırıp tekrar tekrar baktığımız bir masal kasabası vardı.
Pansiyonumuza yerleşip etrafta kısa bir gezinti yaptık. Nereye bakacağımızı şaşırmıştık. Tur rehberliğini üstlenen ben olduğum için gittiğimiz her yerde elimde görülecekler listesi olur. Bu kez de aynı şeyi yapmıştım ama kendimize gelmemiz için bir süre bir yerde oturup bulunduğumuz ortama alışmamız gerekecekti.
Burası; dağların arasında, göl kıyısında, minik evleri, harika doğasıyla küçücük bir kasaba aslında. Ama daracık sokaklarında dolaşan turistlerin yüzlerine bakınca herkesin bizim yaşadığımız şaşkınlığı yaşadığı kolayca görülebiliyordu.
Das Bier (Hallstaat’a özgü bira) içip, ortama bir nebze olsun alışınca gezmeye başladık. Buraya gelenlerin büyük bir kısmını günübirlik ziyaretçiler oluşturuyor. Gelip hızlıca birkaç fotoğraf çekip Skywalk’a (tepede, fotoğraf çekmek için oluşturulmuş platform) çıkıp akşam 17:00 feribotuyla dönüyorlar. Yüzlerinde mutlu bir gülümsemeyle. Sanki az önce yedikleri müthiş bir yemeğin tadı hala damaklarındaymışçasına.
Ama bizce bir yeri hissedebilmek en azından hafızaya kazıyabilmek için orada en az bir gece kalmak gerekir. Bu yüzden aynı şeyi burada da yaptık. Son feribotun kalkmasıyla sakinleşen sokakların tadını çıkardık. Portakallı ördek (buraya has) yedik. Yemeğin tadı damağımızda tuz madenine doğru yola çıktık. Burası, turistlerin ancak dörtte birinin ziyaret ettiği ama bize iyi ki gezmişiz dedirten eski bir maden. Hallstaat merkeze on dakikalık yürüme mesafesinde.
Müzeciliğin nasıl yapılması gerektiğini, eğlendirirken bilgilendirmenin muhteşem bir örneğinin sunulduğunu deneyimlediğimiz bu geziye bayıldık. (Hatta madenciler gibi kızaklakayarak madenin diplerine kadar indik)
Gün bitmişti. Kafeler erkenden kapanmıştı. Banklarda oturduk. Göldeki kuğuları, karşı tepede son ışıkları görünen güneşi, masalsı dağları izleyerek Das Bier yudumladık.
Ağaç evde geceyi geçirmiş, bebekler gibi uyumuştuk. Temiz hava, huzur, sessizlik ve muhteşem doğa etkisini sabah üzerimizde bir kez daha gösterdi. Hızlıca kahvaltı ettik. Çünkü 11’de feribota binmemiz ve bizi bir sonraki maceramıza götürecek trene yetişmemiz gerekecekti. Ama hala görecek bir yer kalmıştı.
Henüz Beinhouse’a gitmemiştik. Hallstaat dağların arasına kurulu bir yer olduğu için toprak sınırlı. Bölge daha çok kayalık arazi. Yıllar boyunca cenaze işlemleri sorun olmuş. Mezar yeri bulunamamış.
Sonunda, kilise izin vermiş ve aradan belli bir süre geçtikten sonra aynı mezarın tekrar kullanılması uygulaması başlamış. Eski mezarlardan çıkarılar kemikler de üzerlerine kime ait olduğu ve ölüm yılı yazılarak kemik evinde sergileniyorlar. Beinhouse bir kilisenin içinde özel bir bölüm. Son derece ilginç ve bir o kadar da ürpertici.
Ardından saat 11’de aklımızda burayı bir de kışın görmek şart düşüncesiyle yeniden yola düştük.
Ender NAİL
Das Bier (Hallstaat’a özgü bira) içip, ortama bir nebze olsun alışınca gezmeye başladık. Buraya gelenlerin büyük bir kısmını günübirlik ziyaretçiler oluşturuyor. Gelip hızlıca birkaç fotoğraf çekip Skywalk’a (tepede, fotoğraf çekmek için oluşturulmuş platform) çıkıp akşam 17:00 feribotuyla dönüyorlar. Yüzlerinde mutlu bir gülümsemeyle. Sanki az önce yedikleri müthiş bir yemeğin tadı hala damaklarındaymışçasına.
Ama bizce bir yeri hissedebilmek en azından hafızaya kazıyabilmek için orada en az bir gece kalmak gerekir. Bu yüzden aynı şeyi burada da yaptık. Son feribotun kalkmasıyla sakinleşen sokakların tadını çıkardık. Portakallı ördek (buraya has) yedik. Yemeğin tadı damağımızda tuz madenine doğru yola çıktık. Burası, turistlerin ancak dörtte birinin ziyaret ettiği ama bize iyi ki gezmişiz dedirten eski bir maden. Hallstaat merkeze on dakikalık yürüme mesafesinde.
Müzeciliğin nasıl yapılması gerektiğini, eğlendirirken bilgilendirmenin muhteşem bir örneğinin sunulduğunu deneyimlediğimiz bu geziye bayıldık. (Hatta madenciler gibi kızaklakayarak madenin diplerine kadar indik)
Gün bitmişti. Kafeler erkenden kapanmıştı. Banklarda oturduk. Göldeki kuğuları, karşı tepede son ışıkları görünen güneşi, masalsı dağları izleyerek Das Bier yudumladık.
Ağaç evde geceyi geçirmiş, bebekler gibi uyumuştuk. Temiz hava, huzur, sessizlik ve muhteşem doğa etkisini sabah üzerimizde bir kez daha gösterdi. Hızlıca kahvaltı ettik. Çünkü 11’de feribota binmemiz ve bizi bir sonraki maceramıza götürecek trene yetişmemiz gerekecekti. Ama hala görecek bir yer kalmıştı.
Henüz Beinhouse’a gitmemiştik. Hallstaat dağların arasına kurulu bir yer olduğu için toprak sınırlı. Bölge daha çok kayalık arazi. Yıllar boyunca cenaze işlemleri sorun olmuş. Mezar yeri bulunamamış.
Sonunda, kilise izin vermiş ve aradan belli bir süre geçtikten sonra aynı mezarın tekrar kullanılması uygulaması başlamış. Eski mezarlardan çıkarılar kemikler de üzerlerine kime ait olduğu ve ölüm yılı yazılarak kemik evinde sergileniyorlar. Beinhouse bir kilisenin içinde özel bir bölüm. Son derece ilginç ve bir o kadar da ürpertici.
Ardından saat 11’de aklımızda burayı bir de kışın görmek şart düşüncesiyle yeniden yola düştük.
Ender NAİL